20 Nisan 2010 Salı

yağmur



Bir gün ben yurdun camından bakarken Beytepe'ye doğru , kaçışan insanlara ya da belki hiç aldırmayanlara yağmur yağıyordı çisil çisil..

Bir gün yine yolları hayal ederken yağmur yapıyordu usul usul , lisedeki koridorun camından..

Bir gün ben..yine yağmur yağarken ..öyle doluydu içim, öyle hüzün yüklüydüm..yüzümden okurlar sanırdım ne olmuş bana.anlamasınlar isterdim,sevmem ki duymayı kendi sesimden beni.

bir gün yağmur yağarken ben 7. caddede..yürüyordum..gözümde yaş usul usul, rüzgarlar savurup geçmişti, dingindim şimdi.

bir gün ben..yağmur yağarken yine.hep o aynı müzik vardı kulağımda..

"herşey olur her şey büyür..

her şey geçer hayat kalır.."

yalnızlığım geçerdi dinleyince.en az bir kişi daha ben gibi.benim gibi..

hayat..

19 Nisan 2010 Pazartesi

ege'den...(şirince)

Hava güneşli ama buzzz gibiydi biz Şirince deyken, e şaşıracak bir durum ok, şubattı sonuçta;)
Bu ege Sofrası'nın camında bir yazı vardı :"İçerisi sıcacık" diye:) Vallahi öyle üşümüştük ki hemen girdik içeri ve misss gibi kuru fasülye pilav yedik.Hala da tadı damağımdadır yani.Yolunuz Şirince'ye düşerse -ki bence düşürün- mutlaka Ege Sofrasında yemeklerden tadın.
Ne güzel bir girişi di mi bu arada?

Evin camına yansıyan minik tatlı yuvarlık turuncular ne sizce?
Evet;)portakal :)


Şirince ve Selçuk 'ta yol kenarlarında bir portakal ağaçları dolu dolu dolu, of of özledim..


Nazarlardan saklasın taşını toprağını;)



ellerim buz kesmişti fotoğraf çekerken,hala aklımda


İşte Ege Sofrası. Otlar da çıkmıştır şimdi , tadından yenmez vallahi.




12 Nisan 2010 Pazartesi

çalışma köşeleri

Yaşam odamızın bir köşesini çalışma köşesi yapma fikrimiz yaklaşık bir seneden beri var, ikimiz de akşamları da çalışmak zorunda kalıyoruz bazı bazı ve taaa çalışma odasına gidip ayrı kalmak istemiyor canımız:)
Bu konuda bir girişimimiz oldu, enfes bir beyaz masa aldık Mudo Concept'den ancak ciddiyetsizlikleri ile bizi yıldırdılar ve ürünü iade ettik.Böylece o ca'nım pencerenin önü , minik japon lambalarıyla bezendikten sonra yine öyle bomboş kalıverdi:)Şimdi bahar yüzünü gösterdikçe o boşluk gözümü tırmalamaya başladı ve yine hayallere daldım.
Çalışma köşesi fikri evet harika ama yoksa oraya rengarenk minderleri olan beyaz bir kanepe mi alsak?
Beyaz raflarla orda okuma köşesi mi yapsak?Şöyle rahat keten beyaz bir ikili koltuk..Belki de daha canlı bir şey, ne de olsa herşey zaten beyaz- açık kahve tonlarda.Sapsarı bir örtü belki:)
Eee bu ilk ikisi aslında nerdeyse aynı hayalmiş, yazınca anladım:)

Hayal kurmak, kocişkoyla boşluğa bakıp bakıp şunu mu yapsak bunu mu yapsak diye konuşmak bence bu hayalin gerçekleşmesinden bile güzel!

Ben her an başka bir fikirle tepesindeyim zavallının ; o ise elinde bir lazer metre ölçüp biçip bizim şu boyutlarda bir şeye ihtiyacımız var diyor.Ben tam heves heves anlatıyorum :
-Aşkımmm şuraya da bir raf mesela, üzerine minik çiçekler koyarız,kalemlikler.." derkennn o ne diyor hadi bilin:)
-Tamam canım o zaman sen bir bak rafın kaça kaç olmasını istiyorsun, şuraya kadar mı gelsin buraya kadar mı?Kaç tane raf olsun?Nerden başlasın tam?Üzerine ne koyacaksın, ne kadar taşımalı?
-Aşkım işte ben kalemlik, çiçek..
-Niloş bak çiçek diyorsun sonradan bunu tamamen kitaplık yapmak istemeyesin?
- Ya canım sen en ağır şeyleri taışayacak gibi yap, ben bazen hafif şeyler koyarım bazen ağır.
- Tamam o zaman şu ferforjelerden vazgeçeceksin, bunların taşıyabileceği yük belli.Sen başka ferforje seç, daha büyük olsun.Raflara da bir daha bir bak da canım , daha kalın bir şeyler seç.
-Yaaa, neden ama..Onları sevmiyorum ben bunları istiyorum..


İşte böyle:)
Neyse efendim demek istediğim şu ki evde bir çalışma köşesi (masa+raflardan oluşan) ya da yine çalışma köşesi(rahat bir koltuk+raflar) yapacağız.Ama ne zaman;)
Kendi zevkimize uygun mobilyaya bir gün bir yerde rastladığımız zaman.
İnternetten fikirler çaldım, sizinle de payşayım.Son fotoğraftaki çalışma masası benim favorim, kısa bir İstanbul seyehatimiz var yakında, fırsat bulur da Çukurcuma'ya gidersek, ordan da bu köşe için bir şeyler bulursak ne ala, bulamazsak sanırım yazın artık nereye gidersek ordaki marangozlardan birine şu son masadan yaptıracağım.Mavisi Ege'den olsun diye;)

Bu fikri bu yaz uygulamaya koyacağım hemen ama ben fikri bol, yeteneği az bir insancık olarak şu yazıyı üzerine nasıl yazarım bilmiyorum,Yapınca/yaptırınca sizlerle de paylaşırım.

Yaşasın çalışma masasında çaydanlık olan sadece ben değilmişim!

Ben sandalyede ayaklarımı toplayıp oturuyorum:)O yüzden de bu sandalye çoook uygun benim için;)



İştebenim favorim.Sanıyorum mavi-beyaz ikilisi beni içine içine çekiyor.Masanın çekmeceleri için Zara Home ideal.Her indirim döneminde kulp alıp duruyorum, ne yapacağımı bilmeksizin:)
fotoğraflar car-möbel arbeitsplatz örneklerinden.

9 Nisan 2010 Cuma

bahar dalları


Bahar dalları sarsın içimizi hafif rüzgarlarlarla, değsin geçsin tenimize..

5 Nisan 2010 Pazartesi

an education-aşk dersi



Neden eğitim alırız?
Aileler her zaman doğruyu mu yapar?
Çocuğun iyiliğini istemek nedir?
Çalışmak sadece para için midir?
Kime aşık oluruz?
Size tüm hayallarinizi sunan bir adama aşık olmamak mümkün müdür?
Para tüm değer yargılarını görünmez kılabilir mi?

gibi gibi gibi bir dolu soruyla dolu, mutlaka izlenmesi ve izletilmesi gereken bir film bu.Özellikle de üniversiteyi bitirir bitirmez evlenip "eşim yeterince çalışıyor ,benim çalışmama gerek yok" gibi düşünceleri olan kadıncıklara.
Söylemeden geçemeyeceğim film harika kostümlerle dolu, 60ların havası sahnelerin içine işlemiş.Londra sokakları , evdeki koltuklar, aynalar, saçlar, müzikler her şey herşey çok güzel..
Ve tabii bir de Carey Mulligan var,harika bir oyunculuk çıkarmış. Not düşelim ve ileriki yılları bekleyelim..



Beyazperdeden alınmış konusu ise şöyle:

Yıl 1961; savaş sonrası, Beatles öncesi dönem Londra’sında...16 yaşında zeki ve çekici bir genç kız olan kadınlığa geçişin eşiğinde olan Jenny (Carey Mulligan); Londra’nın banliyölerinden Twickenham’daki odasında Juliette Greco şarkıları söyleyip daha özgür ve Gauloise kokulu bir hayatın hayallerini kurmaktadır. Yağmurlu bir Londra sabahında Jenny’nin rutin hayatı “uygunsuz” bir aşık olan 30 yaşlarındaki David (Peter Sarsgaard)’in gelişyle alaşağı olur. Parlak bir öğrenci olan Jenny, Oxford’da okuma hakkı kazanmakla, karizmatik ve kendinden yaşça geçkin bir adamın çekici teklifi ve hayatı arasında gidip gelmektedir.

shutter island



Leonardo DiCaprio nun başrol oynadığı bir Martin Scorsese filmi daha.Benim anımsadığım "Köstebek" ve " New York Çeteleri" var bu ikiliyi buluşturan.Belki başka da vardır, kuvvetle muhtemel.

Filmin konusundan azıcık bahsedeyim ama çok da bir şey söylemeyeceğim çünü ipucu vermiş olmak istemiyorum.
Leonardo ve arkadaşı , üzerinde suç işlemiş akıl hastalarının gönderildiği bir hapishane bulunan bir adaya müfettiş olarak gönderilir.Amaçları hapishanede kaybolan bir kadını bulmaktır. Ancak hapishane müdüründen çalışan hemşirelere kadar herkes "tuhaf" tavırlar içindedir.Leonardo adadaki ilk gecelerinde olay hakıında bir rapor yazıp dönmeyi düşünse de çıkan fırtına onları adada kalmaya mecbur edecektir.

Filmin son yarım saatinde fikirler havada uçuştu, bence bence bence diye başlayan tahminlerimiz büyük oranda doğru çıktı.Yani anlayacağınız filmin süpriz bir sonu var denebilir.Bu hissi bozmamak adına başka bir şey yazamayayım artık konusu hakkında.

Bir an bile sıkılmadan izledik, müziklerle birlikte bazı anlarda gerim gerim gerildik.Bilmiyorum belki de bizim o gece gerilesimiz vardı,olamaz mı;)

Bu arada yazı için fotoğraf ararken ulaştığım bir iki bilgiyi de paylaşayım sizinle.

Film aslında 2 ekim 2009 da gösterime girecekmiş ancak daha sonra gösterim tarihi 19 şubat 2010 a ertelenmiş.Ekonomik krizi sebep gösteren bu erteleme olmasaymış film Oscar da yarışabilirmiş ve MartinScorsese-DiCaprio birlikteliği sebebiyle de öne çıkan filmlerden olması bekleniyormuş.Bu denli güvenilmesinin diğer bir sebebi de ; daha önce Oscar alan Gizemli Nehir adlı filmin uyarlandığı kitabın yazarının (Dennis Levane)yeni kitabından uyarlama olmasıymış Zindan Adası'nın .İşte böyle..

Bana sorarsanız ; hani bu film Oscar lık mı diye hayır derim ancakkk emin olun Hurt Locker den de kat kat iyi bir filmdi.Artık siz düşünün benim Hurt Locker için düşüncelerimi:)Şu ödül işlerinde onbin tane iş dönüyor, iyi olmanın dışında sağlaman gereken bir çok şart var tamam anladık ama bu kadar da olmaz ki canım.Bu filmin nesine verildi Oscar, bu ödülün siyasi olmadığına kim inandırabilir beni?Bir çeşit günah çıkarma mı bu?

Bir de neden iki senedir biri teknolojinin nimetlerinden bolca yararlanmış bir filmle nispeten az yararlanmış bir film arasında geçiyor büyük çekişme?Geçen sene Milyoner ve Benjamin Button vardı, birçokları Benjamin 'in duygu yoğunluğundan mahrum olduğunu ,asla ödül almaması gerektiğini söyledi.Bu sene de benzer bir olayı Avatar ile Hurt Locker için yaşadık.Sinema dünyası sanıyorum büyük ikilem içinde:)Belki de birilerinin onlara yaptıkları işin taaa en başından beri teknoloji ile mümkün olduğunu , şimdilerde bu "kavga"larının komik olduğunu hatırlatması gerekiyordur;) Ha haaaa bana sorsalar söyleyeceğim de ;)

Neyse işte anlayacağınız üzere sinemacıların kendilerini tiyatrocu sanmasını komik buluyorum.Arkadaşım siz hep "sanal" bir iş yapıyordunuz.Hayır bunu küçümsemek ya da aşağıda tutmak adına söylemiyorum,sinema tabii ki harika bir şey ve iyi ki var.Ben sadece durum tespiti yapıyorum.Şimdi ne diye yok o sinemadır bu değildir diye söyleniyorsuz ki?Avatar'ı sinema filmi olarak kabul etmeyen sinemacılar var biliyorsunuz:) İnsan ögesi azaldıkça duyguların perdeden insana geçme oranı düşüyormuş.Sanırsınız ki insanların oynadığı sahneler tek kez çekiliyor, sanırsınız ki hiç temizlenmeden öyle en saf haliyle bize sunuluyor.Kim Avatar'ın kendisinde hiç iz bırakmadığını söyleyebilir?

Hayır o değil de ben ne demeye sinirlendim ki şimdi:)